Sepetim 0
Sepetinizde ürün bulunmuyor
Johann Wolfgang von Goethe
Johann Wolfgang von Goethe, 28 Ağustos 1749 tarihinde Almanya'nın Frankfurt şehrinde, varlıklı bir soylu olan avukat Johann Caspar Goethe ile dönemin Frankfurt Belediye Başkanı'nın kızı Catharina Elisabeth Textor'ın ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Aydınlıkçı ve modern görüşlere sahip Johann Caspar, oğluna özel öğretmenlerin eğitiminde ve kendi yol göstericiliği doğrultusunda, küçük yaşlardan itibaren, oldukça iyi ve kapsamlı bir eğitim verdi. Özellikle dil öğrenimi konusunda ısrarcı oldu. Küçük Goethe, Latince, Yunanca, Fransızca, İbranice ve İngilice dersleri alırken, bir yandan dans, eskrim ve biniciliği öğreniyor; öte yandan da sanatla ilgileniyordu. Onu özellikle görsel sanatlara yakınlaştıran olay, 1759 yılında, henüz 10 yaşındayken, Avusturya-Fransa birliğinin Frankfurt'u işgal etmesiydi. Çünkü işgalin hemen ardından, Goethe'lerin evi karargah binası yapıldı ve böylece küçük Goethe, güzel sanatlara meraklı karargah komutanı sayesinde, Fransız sanatıyla tanışma fırsatını yakaladı. Bilhassa çizime merak saldı. Bu hususta yetenekliydi de. Öte yandan, iki buçuk yıllık işgal dönemi sırasında, evlerinde düzenlenen partilere katılan sanatçılardan da çok şey öğrendi. Gezici tiyatro topluluğundan ise, Racine ve Moliere oyunları seyretme imkanı yakalayarak, görsel sanatlara da ilgi duymaya başladı. Aisopos, Homeros, Vergilius ve Ovidius gibi Antik Ortaçağ kültürünün ünlü isimleriyle tanıştı ve İncil'i okuyarak din eğitimi de aldı. Ancak, küçük Goethe'nin sevmediği uğraşlardan en önemlisi, kiliseye gitmekti. Hıristiyanlık tarihini, şiddet ve hatalar karmaşası olarak görüyor; dini inancı sistematize etmeyi reddediyordu. Friedrich Gottlieb Klopstock ve Homer gibi ünlü yazarlara hayranlık besleyen Goethe, gittikçe edebiyat dünyasıyla da yakınlaşmaya başlıyordu. Tiyatro oyunlarına olan düşkünlüğünün yanı sıra, her yıl evlerinde düzenlenen kukla gösterilerinden büyük zevk alıyordu. Bu anlamda, özellikle annesinden büyük destek alan Goethe, yine de babasının yolunu izledi ve 1765 yılında, Leipzig Üniversitesi'nde hukuk eğitimine başladı. Bu dönemde, şehirde hüküm süren Rokoko kültürünün etkisi altında, sanatsal faaliyetlerini çizim üzerine yoğunlaştırarak, Antik Kültür hayranı Adam Friedrich Oeser'den çizim dersleri aldı. Ünlü Sanat Tarihi kuramcısı Johann Winckelmann'ı tanıdı ve sanata düşkünlüğünü, tarihle bağdaştırmaya başladı. Hukuk derslerinden ziyade, Christian Fürchtegott Gellert'in şiir öğretilerini takip etmekten zevk alan ünlü yazar, Leipzig'deki günlerinde Kathchen Schönkopf adlı bir genç kıza aşık oldu ve ilk mısralarını ona atfen yazmaya başladı. İlk şiirleri Rococo tarzında ve neşeliydi. Ancak, sonraları umutsuzlaşan bu aşkını, özellikle, 1767 yılında kaleme aldığı ilk oyunu olan "The Lover's Caprice"e yoğun şekilde yansıttı. Burada, sık gittiği restorantlardan biri olan "Auerbachs Keller", ileriki zamanlarda, bir edebiyat klasiği haline gelecek ünlü draması "Faust"un birinci bölümü için şaire esin kaynağı olacaktı. Gerçek duygularla, Rokoko kültürünün her şeyi hafife alan üslubunu bağdaştıramadı ve Leipzig'i hiçbir zaman sevmedi. Ağustos 1768'de hukuk fakültesindeyken, bir süre sağlık problemleri yaşayan Goethe, eğitimiyle yazın çalışmalarına daha rahat ve huzurlu bir ortamda devam edebilmek amacıyla, 1770'de, Frankfurt'a geri döndü. Bazı biyografi yazarlarına göre, kadınlarla ilişkileri nedeniyle frengi olduğu iddia edilen şairin, babasıyla olan ilişkisi bozulma noktasına geldi. Annesi ve kızkardeşinin bakıcılığında, sağlığı iyiye gitmeye başladı. Aynı yıl, şiirlerinin biraraya getirildiği "Annette" isimli ilk şiir kitabını yayımladı. Lessing ve Wieland'ın eserleriyle ilgilenmeye başladıktan sonra ise, önceki yazın çalışmalarını yetersiz gördü ve birçoğunu yaktı. İçlerinden sadece "Die Mitschuldigen" adlı komediyi yayımladı. 1770 Nisanında, yarım kalan işlerini tamamlamak maksadıyla, yeniden Strazburg'a giden Goethe, tesadüf eseri, gözüyle ilgili cerrahi bir operasyon için orada bulunan, ünlü tarihçi Johann Gottfried Herder'le tanışma fırsatını yakaladı. Zamanla dostluğa dönüşen bu karşılaşma, genç şairin düşünsel ve entellektüel hayatında oldukça büyük açılımlara neden oldu. Herder sayesinde, Rokoko kültüründen uzaklaşarak, Shakespeare, Ossian, Pindaros ve Volkpoesie gibi usta yazarların ve şairlerin eserleriyle tanışan Goethe, tarihsel olaylarla, milletlerin tarih sahnesindeki rolleriyle de ilgilenmeye başladı. Halk edebiyatıyla yakınlaştı. Sanatsal yeteneğini geliştirme fırsatını yakaladı. Bir süre kaldığı Alsace yöresinin doğasından da oldukça etkilenen Goethe, ilk defa doğanın organik bir varlık olduğunu düşünerek, tabiat bilimiyle ilgili teoriler üretmeye başladı. Sesenheim civarındaki bir yolculuğu esnasında, görür görmez kendisine yönelik büyük bir platonik aşk besleyeceği, Friederike Brion'la tanışmasıyla birleşen yeni tabiat görüşü, farklı açılımlara neden oldu. Melankoliye dönen aşk, kısa sürse de, ünlü şairin en verimli dönemlerinden birine esin kaynağı oldu ve bu süreçte kaleme aldığı, "Willkommen und Abschied" ve "Maillied" gibi şiirleri, Alman edebiyatında modern manzumenin ilk örnekleri arasında yer aldı. Bir başka deyişle, bu şiirler, kaynağı, yazarının pratik hayat tecrübeleri olan, yaşanmışlıkları anlatan ve gerçek duyguları ifade eden "Yaşantı Şiiri"nin görülen ilk örnekleridir. Bu dönemde, Alman Gotik sanatına da ilgi duyan Goethe, Strazburg katedralinin mimarı Erwin von Stinbach'ın stilinden çok etkilendi. Gotik mimarisini yazınsal karakterlere dönüştürmeye çalıştı ve o dönemlerde, demode görülen bu üsluba yeniden hak ettiği değerin geri verilmesini sağlayacak olan, "Von Deutscher Baukunst" (Alman Mimarisi Üzerine) isimli bir makale yazdı. 1773 yılında, gotik üslubun ve Shakespeare'in etkisiyle, zaman, mekan ve hareket birlikteliğinden bağımsız, eski kurallara itibar etmeyen, tazelenmiş bir bakış açısı taşıyan, "Götz Von Berlichingen" (Demir Elli Berlichingen) adlı oyununu kaleme aldı. Ortaçağ dokusuyla işlenmiş, coşkunluk akımıyla bezenmiş bu oyun, dönemin en başarılı piyeslerinden biri oldu ve şövalyelik gibi Ortaçağa özgü kavramları yeniden gündeme getirdi. Bu biyografi tadındaki eser, şairin modern düz yazıları arasında en önemlilerinden biri olarak kabul edildi. 1771 yılının Ağustos ayında, hukuk lisansının onaylanmasıyla birlikte, yeniden bu alana yönelmek istedi ve Darmstadt Mahkemesinde görev yapmaya başladı. 1772 yılına kadar görevini sürdürdükten sonra; 1772 ve 1773 yılları arasında, "Frankfurter Gelehrte Anzeige" adlı ünlü kültür-sanat gazetesinde, sinema filmleri, tiyatro oyunları ve kitaplar üzerine eleştirel yazılar kaleme almaya başladı. Ardından, Wetzlar'a giden Goethe, bir yandan stajını yaparken, diğer yandan da kendini edebiyata verdi. 1774'de yayımlanan, ilk romanı "Die Leiden des jungen Werther" (Genç Werther'in Acıları)'de yarattığı "romantik kahraman" karakteriyle ve duygusal bir şöleni andıran coşkulu anlatımıyla, dünya çapında bir üne sahip oldu. Bu eserle, Aydınlanma dönemi Avrupasında, Romantizm (Coşkunluk) akımının önünü açtı. Genç bir delikanlı olan Werther'in, güzel Charlotte'a beslediği umut dolu aşkı konu alan roman, Samuel Richardson'ın "Pamela"sının etkisiyle, birbiri ardına yazılmış mektuplardan oluşuyordu. Werther'in, intihar eylemine varan bir melankoliyle sevdiği Charlotte, aslında, Goethe'nin yakın bir arkadaşının nişanlısı olan ve 1773'de Wetzlar'da tanıştığı Charlotte Buff'tan başkası değildi. Ünlü şair, bu genç bayanı umutsuzca seviyordu ve içinde bulunduğu karamsarlığın derecesini, Werther'i öldürerek ortaya koyuyordu. Özellikle Avrupa'da büyük yankı bulan kitap, birçok gencin aynı yolu seçmesine ve intihar etmesine neden olacak kadar gerçekçi bir anlatıma sahipti. Modern Alman romanının ilk eseri olarak kabul edilen Werther, Panteist görüşün, yani Tanrı'nın tabiatın her damlasında varlığını bir şekilde hissettirdiğini savunan görüşün, insancıl duygularla yükseltilen "birey"de kendi ifadesini bulmasıyla, benzersiz bir niteliğe sahiptir. Bu dönemde, ünlü Grek şairi Pindaros'un övgü ve Alman şair Klopstock'un od üslubundan hareketle, tabiatın gizeminde coşan duygularını, övgü şiirleriyle özgürce ortaya koydu. Şekilsel farklılıklar yaratma çabasıyla, kalıplardan uzak, serbest vezinli ve mısra içi ses ahengine sahip bu yeni stil manzumeleri, dünya edebiyat tarihine kazandıran isim, Goethe oldu. Bu şiirlerden en ünlüsü, "Prometheus"tur. 1775 yılına gelindiğinde, Weimar-Saxe Dükü Carl August'un daveti üzerine Weimar'a giden Goethe, birtakım politik bürolarda çalıştı ve dükün özel danışmanı olarak görev yaptı. İlk olarak, 1771'de ilgilenmeye başladığı Kur'an-ı Kerim tefsirleri üzerindeki incelemelerine burada da devam etti. Rumi, Jami, Attar, Tafsir el-Tabari, Saadi gibi Farisi el yazmalarını ve Yavuz Sultan Selim'in İslamiyet kültürünü anlatan el yazması metinleriyle birlikte, Türkçe-Arapça sözlükler satın aldı. Özellikle Doğu medeniyetlerini inceleyen bir tarihçi olan J.V.Hammer'ın Kur'an çevirisini, akşam toplantılarında, dükün ailesine de yüksek sesle okuyan Goethe, Almanya'da İslamiyete pozitivist bir bakış açısıyla yaklaşan ilk edebi kişilik oldu. Weimar'da geçirdiği süre içerisinde, yazınsal çalışmalarına fazla ağırlık veremeyen şair, şehir meclisi ve savaş komisyonu meclisi üyeliği, maden ocaklarıyla şehir ormanı direktörlüğü ve yerel mahkemenin mali kaynaklarının yönetimi gibi görevlerle meşgul oldu. Yönetimini üstlendiği kaynaklar sayesinde, doğayla içiçe yaşayan Goethe, tabiatla ilgili bilimsel çalışmalar yürütmeye başladı. Doğanın jeolojik yapısını ve birçok parçasını yakından inceledi. Özellikle bitki morfolojisi, ışık ve renklerin anlamı, karakteri, insan ve hayvan fizyolojisi gibi pekçok konuda bilimsel etütler yaptı. Kendini doğanın gizemli atmosferine bıraktı ve coşkulu şiirler, baladlar kaleme aldı. Weimar'da tanıştığı ve zamanla dostu kabul ettiği Frau Von Stein'ın, Tanrı'nın evrendeki belirleyiciliğini yadsıyan, bireyi gereğinden fazla yüceltmeyen görüşlerinden çok etkilendi. Kendi oluşturduğu yeni yazın stilinde, doğanın farklı unsurlarına değinerek, uysallaşmış bir havaya büründü. Stein'ın fikirleri, ünlü şaire neredeyse bir terapi gibi geldi ve ruhu, ihtiyacı olan dinginliğe kavuştu. Stein'a duyduğu platonik aşkın bir göstergesi olarak, "Warum Gabst Du Uns Die Tiefen Blicke" (Neden Bize Bu Derin Bakışları Verdin) adlı şiirini yazdı. Goethe'nin, Stein'a olan duygusal bağlılığı uzun yıllar devam edecek ve bu aşkın izleri, bazı eserlerinde hissedilecekti. Yine bu sakin Weimar günlerinde, "Iphigenie Auf Tauris" ile "Torquato Tasso" gibi başarılı drama oyunlarını satırlara döktü. Bu oyunlardaki kadın kahramanları karakterize ederken, aynı şekilde Frau von Stein'den esinlenen Goethe, özellikle, Antik Çağda Euripides tarafından da ele alınmış, mitolojik bir kahraman olan İphigenie karakterinin insani yönünü açığa çıkarmış; ölçülü ve kalbi sevgi dolu biri olarak "İnsanlık İdeali"ni sembolize edecek şekilde tasarlamıştı. Dolayısıyla, bu drama, Alman edebiyatında, ideal insan temasını işleyen en önemli üç eser arasında yer aldı. 1782 yılında Hıristiyanlığı reddettiğini açıklayan Goethe, 1786'da İtalyan yarımadasına doğru bir geziye çıktı. Weimar'daki yoğun çalışmalarının neden olduğu yorgunluğu ve duygusal birikimini boşaltmak istiyordu. Verona'dan başlayan yolculuk, önce Venedik'e, oradan da Roma'ya doğru ilerledi. İki yıl süren İtalya gezisi boyunca, Roma ve Grek sanatının farklı stillerini detaylı bir şekilde gözlemleme olanağı buldu. Birçok tarihi değere sahip sanat eserini yakından inceledi. Bunların yanı sıra, İtalya'nın farklı ve Akdeniz'e özgü tabiat dokusunu değerlendirerek, yeni çıkarımlarda bulundu. İnsan anatomisi üzerine de kapsamlı araştırmalar ve incelemeler yapan Goethe, birtakım bilimsel teoriler ortaya attı ve keşifler yaptı. 1784 yılında, insan yüzündeki ara çene kemiğini keşfetti ve kafatasıyla ilgili omur teorisini geliştirdi. Ünlü edebiyatçı, ara çene kemiğiyle ilgili keşfine, tümevarım yöntemiyle ulaştı. Tüm memeli hayvanlar bu kemiğe sahip olduğuna göre, insanlarda da vardır, tezini ortaya attı ve birtakım deneysel çalışmalarla bunu doğruladı. İnsan anatomisindeki ara çene kemiği, embriyo halindeyken görüldüğü için, Friedrich Engels'e göre, tümevarım yanlış; ancak sonuç doğruydu. Doğanın birbirinden tamamen farklı yapılara sahip unsurlarından olmalarına rağmen, insanların da bitkiler gibi devinimsel bir değişim sürecine tabi oldukları düşüncesini geliştirdi. Ana Bitki'nin (urpflanze), tüm bitkilerin temel kökeni olmasından hareketle, insanların da kökeninin bağlı olduğu bir "öz" vardı. İnsanoğlunun değişim ve gelişim süreci de, bu öz'ün denetimindeydi. 1788 yılında, Weimar'a dönüşünün ardından kaleme aldığı "Metamorphhose der Pflazen"de, bitkilerin morfolojik yapılarını açıklıyor ve insanların da bitkiler gibi maruz kaldığı gelişim-değişim sürecinde, özünde aynı varlık olarak kalabileceğini savunuyordu. İnsan doğasıyla ilgili vardığı bu kanılardan sonra, Goethe, yazmadan geçen iki yılın verdiği şevkle, Weimar'a döner dönmez kaleme sarıldı. Çünkü, kısa da olsa, bu ayrılık onu yakın geçmişinden uzaklaştırmıştı. Çevresi tanıdık, dostları bildik değildi sanki. Yoğun bir şekilde bilimsel gözlemlerini ve düşüncelerini kağıda dökerken, beklenmedik bir gelişme oldu. Kendi edebi çevresinden oldukça uzak, eğitimsiz bir genç bayan olan Christiane Vulpius'a aşık oldu. Toplumun tüm baskısına rağmen, çift, uzun yıllar birlikte yaşadı. Son şeklini, 1790'da Weimar'da verdiği, yirmi bölümlük "Römische Elegien" (Roma Ağıtları) adlı şiirinin ilham kaynağı, yaşama tekrar dört elle sarılmasını sağlayan Vulpius'tu. Ünlü şair, 1792 yılının kışında, İhtilalci Fransız kuvvetleri tarafından şehrinin istila edilmesi üzerine, Valmy muharebesinde, Duke Carl August'a yaverlik etti. Yine, Mainz kuşatması boyunca, dükün askeri gözlemcisi oldu. 1796 yılına gelindiğinde, şairin ileriki dönem düşünsel ve sanatsal hayatında derin izler bırakacak olan ünlü edebiyatçı Friedrich Von Schiller'den bir mektup aldı. Schiller, çıkarmakta olduğu "Die Horen" (1796-1797) adlı edebiyat dergisinde, Goethe'nin de yazmasını teklif ediyordu. Aslında ikili ilk defa, 1794 yılında Jena Üniversitesi'nde tatsız bir şekilde karşılaşmıştı. Çünkü o dönem, Schiller, Goethe'nin tabiat morfolojisi teorilerinden "Ana Bitki" kavramını kıyasıya eleştirmişti. Ancak bu tartışma, zamanla iki edebiyatçının da, karşılıklı bir etkileşimle, kendi alanlarında en verimli çağa erişmelerini sağlayacak ve uzun yıllar sürecek sağlam bir dostluğa dönüşecekti. Goethe, "Der Schatzgraeber" (Hazine Avcısı), "Der Zauberlehrling" (Büyücü Çığlığı) gibi en ünlü "balad"larını bu dönemde satırlara dökecekti. Rokoko ve coşkunluk akımının etkisindeki, vurdumduymaz coşkun tarzı, bu eserlerinde, yerini olgun bir havaya bırakmıştı. Duygu sellerinin yerini, düşünsel dinginlik almış ve Goethe klasik bir olgunluğa erişmişti. Bu dönemde, "Propylaen" adlı bir dergi çıkarmaya başladı ve bu dergide, güzel sanatlar üzerindeki düşüncelerinden, ideallerinden bahsetti. Yine 1796'da, dostu Schiller'in yüreklendirmesiyle, "Wilhelm Meisters Lehrjahre" yi de tamamladı ve yayımladı. Ancak, Wilhelm Meisters karakterinin etkisinden uzun süre kurtulamadı. Meisters, Werther'le karşılaştırıldığında, hayata ve aşka karşı çok daha pozitif bir yaklaşım sergiliyordu; ki bu da, yazarın eriştiği ruhani olgunluğu gözler önüne seriyordu. Goethe'nin bu yapıtı, 1974 yılında, Win Wenders ile Peter Handke tarafından modernize edilerek, "Wrong Movement" adıyla sinema senaryosuna uyarlandı. Uzun zamandır topluma ve toplumsal olaylara karşı soğuk bir tavır takınmış olan Goethe, artık toplum-insan etkileşimini de onar hale gelmişti. İnsanın karakterinin gelişiminde, içinde yaşadığı toplumun yapısının, kurallarının ve yaşam koşullarının etkili olduğunu düşünmeye başladı. Bu bakış açısıyla kaleme aldığı eserlerindeki ana kahramanlara da, artık, yaşadıkları çevreye daha uyumlu bir profil tanımladı. Goethe'nin toplum ve insan yorumlarında, coşkunluk döneminin kanun tanımazlığının yerini, yasalara ve çevreye uyumlu bir yaşam düzeni aldı. Bu değişimin bir diğer göstergesi, 1806 yılında, sevgilisi Christiane Vulpius'la evlenip düzenli bir özel hayata geçmesiydi. Sonrasında, Goethe'nin minnet duyduğu düke olan sevgisini temsil edecek şekilde, çocuklarına "Carl August" adını verdiler. Fransız İhtilali süresince, savaşın kanlı yüzüyle karşı karşıya kalan Goethe, zaman zaman top ateşi altında da olsa, yazamaya devam etti. Fransız ordusu, Prusya'ya saldırınca, ailesinin güvenliğini sağlamak amacıyla, evini ve çok sevdiği bahçesini terk etmek zorunda kaldı. Özgürlükçü hareketleri desteklemiş olsa da, burjuvazi varlığının devamını savundu. Goethe'nin klasik olgunluk dönemi, 1805 yılında, edebi hayatına önemli derecede tesir eden Schiller'in hayata veda etmesiyle birlikte, değişim gösterdi. Bu yıllarda, gençlik yıllarını Weimar'a geldiği döneme kadar anlattığı "Aus Meinem Leben", tüm hayat hikayesini anlattığı "Dichtung und Wahrheit", özdeyişlerini içeren "Maximen und Reflektionen", Schiller'le birbirlerine gönderdikleri mektuplar ve Johann Peter Eckermann ile sohbetleri, bu dönemin farklı üslubunu gözler önüne seren eserleri arasında yer aldı. Aynı dönemde, "Wahlverwandschaften" adlı üçüncü romanını yazdı. Sürekli kafasını meşgul eden Wilhelm Meister tiplemesi üzerine, bu karakterle ilgili ilk kitabının bir nevi devamı niteliğini taşıyan, "Wilhelm Meister Wanderjahre"yi kaleme aldı. Son döneminin baş eserleri arasında yer alan bu çalışmaları, "Der West-Östische Diwan" adlı şiir kitabı izledi. Goethe bu kitabında, 1300'lü yıllarda yaşamış olan, büyük gazel üstadı Hafız'dan esinlenerek yazdığı şiirlerini yayımladı. Doğunun Divan edebiyatında, bir manzume türü olan gazelden çok etkilenen ünlü şair, biçimden ziyade, bu türün öz değerlerini örnek almıştı. Yazarın dünya klasikleri arasında gösterilen trajedisi "Faust"un yazımına, ilk olarak 1770-71 yıllarında, Leipzig'deki "Auerbachs Keller" restorantından aldığı esinle, Frankfurt'a döndükten sonra başladı. Faust'un ilk bölümü olan "Urfaust"u, ancak yakın dostu Schiller'in ölümünün ardından tamamlayabildi ve 1808 yılında yayımladı. Bu şaheserin ikinci bölümü ise, yazarın ölümünden sonra basıldı. Faust, Goethe'nin farklı zaman ve farklı mekanlarda, kendisiyle birlikte değişen ve gelişen bir eseri oldu. Yaşadığı olaylar, edindiği izlenimler, değişen ruh hali ve kişisel deneyimleri bu yapıtta ifadesini buldu. Dolayısıyla Faust, Goethe'nin gerçek yaşam hikayesini simgelerle gözler önüne seren bir eser haline geldi. Faust'ta, iyilik ve kötülük kavramlarını, "insan=Dr.Faust" ile "şeytan=Mefisto" karakterleri üzerinde sembolize etti ve bunları karşı karşıya getirdi. İnsanın öz değerinin "erdem" olduğunu ifade etti. İçindeki erdemle, sürekli bir iyilik arayışında olan insanın, gerçekleri bulma arzusuyla zaman zaman Mefisto'ya başvurmasını, bu arayış çabasından ibaret gördü. Ancak, Mefisto hiçbir zaman insanın özüne hükmedemeyecekti. İnsan, irade gücüyle doğruyu görecek ve ruhunu iyilikle aydınlatacaktı. Hayatı yargılama gücüne sahip olmadığını görecek ve onun getirdiklerine "evet" diyebilme erdemini gösterecekti. Hayat bir nevi, mutluluk ve mutsuzluk kovalamacası olsa da, insanoğlu, uyumlu davranmayı ve ruhunu ele geçirmeye çalışan bedenini dizginlemeyi öğrenecekti. Toplumla ortak hareket etmeyi becerecek, yaşamını faydalı amaçlara ulaşmaya odaklayacaktı. Sonuç olarak, insanoğlu kendi yaşam "bilinci"ne kavuşacak ve bunu korumayı kendine ödev bilecekti. Faust, Tanrı'yla Şeytan'ın bahis meydanıydı; bahis konusu ise, "insan"dı. Tanrı, insanın yaradılış erdemine sahip çıkacağını ve gerçeği bulma arayışına çıksa da, eninde sonunda kendine döneceğini ileri sürüyordu. Şeytan (Mefisto) ise, insanın bencil olduğunu ve amaçlarına ulaşmak için her zaman kendisine muhtaç ve bağımlı kalacağını iddia ediyordu. Faust ise, ne Tanrı ne de Şeytanı kendisinden üstün görmüyordu. Existansiyalistlerin bu eserde vardığı sonuca göre, insanoğlunun başlangıcı "eylem"di. Eserdeki bir diğer bahis ise, İnsan ile Şeytan arasında gerçekleşmekteydi. Hayatını hiçler uğruna yaşanmışlıklardan ibaret gören Faust, Mefisto'nun, hayatın değerli olduğu ve "o kadar güzelsin ki, geçme dur..." diyebileceği anlarla hala karşılaşma şansının var olduğu konusundaki ısrarına muhatap kalsa da, ona da inanmayacaktı. Bahse göre, Mefisto, Faust'un bu anları yaşamasını sağlayacak; karşılığında da onun ruhuna sahip olacaktı. Faust'un iddiayı kazanması için, yaşayacağı güzel anlara "geçme, dur..." demeyecek; dolayısıyla dünyevi zevkler için ruhunu Mefisto'ya satmayacaktı. Aksi olursa, bahsi kaybedecekti. Tanrı ise, bu yanılsamayı önemsemiyordu. Çünkü O'na göre, insan hatalar yapabilirdi. Ancak bu hatalar sonucunda edindiği tecrübeler er geç onu mutlak gerçeğe götürecek, yani kendisine geri döndürecekti. Faust, insanların ne yaparlarsa yapsınlar yeryüzünde acı çektiklerini gözlemlemişti. Edebiyatla, tabiatla, bilimle uğraşmış; ancak acıyla başa çıkmayı öğrenememişti. O yüzden, kendini, hayata adamak için çok yaşlı, hayata karşı isteksiz davranmak için de genç görüyordu. Yaşamı boyunca neredeyse bütün zevkleri tatmış; ancak hiçbirine "geçme, dur.." diyememişti. İlk ve son defa, ölümüne "geçme, dur.." diyecek; aydınlanan ruhu "evet" demesini öğrendiği için bahsi kaybetmiş sayılmayacaktı. Bu sonucu sağlayan şey ise, Faust'un kendi içindeki özüne, yani Tanrı'nın güvendiği erdemine geri dönmüş olmasıydı. Faust, hayatın akışı içinde, gerçeğe ve mutluluğa ulaşma yolunda hatalar yapmış; Şeytan'ı bu amacı doğrultusunda kullanmış; ondan yardım almış; ancak hiçbir suretle ruhunu ele geçirmesine izin vermemiş; onun hizmetine girmemişti. Bu sonuca göre, Mephistoteles, insanları sürekli olarak kötülüğe sürüklemek istese de, bir şekilde iyiliğe yol açan bir gücü simgeliyordu. Faust ise, hayata karşı istekli, aktif, tutkulu ve hayatın kötü anlarında bile karamsar duyguların pençesine düşmeyen "insan"ı temsil ediyordu. 1810 yılında, üç bölümlük "Zur Farbenlehre" (Renkler Teorisi) adlı kitabını yayınlayan Goethe, bu eserinde, her rengin bazı duyguları simgelediğini ve renkerin de kendilerine özgü karakterlere sahip olduklarını ortaya attı. Goethe, son yıllarında büyük acılar yaşadı. Kahramanı Faust gibi önemli arayışlar içinde, yalnızlıkla boğuştu. 1816 yılında eşini kaybetti. Ardından, 1823'de, 74 yaşındayken, 19 yaşında genç bir kız olan Ulrike von Levetzow'a aşık oldu. Onun peşinden Marienbad'dan Karlsbad'a kadar gittiyse de, hayalkırıklığı içinde Weimar'a geri döndü. Bu aşkın acısıyla kaleme aldığı "The Marienbad" adlı ağıt, şairin olgun yaşlarının en kişisel yapıtı oldu. 1827'de, hayatının ve edebi kimliğinin gelişimine büyük tesiri olan Faru Von Stein'ın; ertesi yıl ise, oğlunun ölümüyle sarsıldı. Yine de, dingin ruhunun dengesini korudu ve hayatın ikilemleri arasında makul bir bağ kurdu. Ancak, Goethe'nin kişisel becerisiyle meydana getirdiği edebi denge, 22 Mart 1832'de, Weimar'da dünyaya veda ettikten sonra bozuldu ve böylece, Alman edebiyat dünyasında bir devir kapanmış oldu. Alman edebiyatının iki büyük ismi olan Schiller ve Goethe'ye atfen, Weimar şehrinde, "The Goethe House" ve "The Schiller House" adlı müzeler açılmıştır. Bunu yanı sıra, şehirdeki Ulusal Tiyatro'nun girişine her iki edebiyat devinin heykelleri dikilmiştir.

Johann Wolfgang von Goethe - Yazarın kitapları

Kitabınız sepetinize eklendi
Kapat